Haftanın Kitabı-KIŞ GÜNLÜĞÜ
24.03.2012 - 16:03, Güncelleme:
24.03.2012 - 16:03
Haftanın Kitabı-KIŞ GÜNLÜĞÜ
Zeytinburnu Haber sizler için baskıdan yeni çıkan kitaplardan Haftanın Kitabını seçiyor.
Kitap Adı; Kış Günlüğü Yazar; Paul Auster Yayınevi; Can yayınları “Nede olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur. Bir duyusal veriler katalogu. Soluk almanın fenomenolojisi denilebilecek bir çalışma.” Başbakan ile girdiği polemik ile ünlenen Paul Auster hayatını anlattığı kitabına bu cümleler ile başlarken sanki örgü örer gibi bir çocukluğuna gidiyor, oradan ihtiyarlığına gidiyor, sonrasında gençlik derken gene onu çocukluğunda buluyorsunuz. Yaşadığı ilişkileri, evliliklerini ve duygularını kısacası tüm hayatını tarihsel bir sıralama dâhilinde anlatmamış. Annesinin ölümünü anlatırken bir bakmışsınız çocukluğuna geçmiş oradan eşini anlatmaya başlamış sonrasında Fransa da yaşadıklarını okurken babasının ani ölümü karşısında sarsılması ve tekrar çocukluğu. Geçişler o kadar güzel ve anlatış o kadar ayrıntılı ki hafızasına ve zekâsına hayran kalıyorsunuz Karşınızda öylesine bir hayat hikâyesi yok. Kitabın inceliği de sizi şaşırtmasın. Tüm olayları en ince teferruatına kadar anlatmış ve çok dolu bir kitap. Yıllar sonra gerçek sıcaklığı ve yakınlığı bulduğu, kendisini güvenli bir limanda hissettiği ve yalnızlığını unuttuğu Eşine karşı duygularını ise; “Bu sabah, yatak odasına donuk, grimsi ışık süzdüren bir başka ocak ayı şafağının loşluğunda uyanıyorsunuz; karının yüzü sana dönük, gözleri kapalı, mışıl mışıl uyuyor, yorganı boynuna kadar çekmiş, görünen tek yeri başı ve sen onunla ilk yatışından otuz yıl sonra, aynı çatının altında, aynı yatakta otuz yıl birlikte yaşadıktan sonra karının hala ne kadar güzel olduğuna, ne kadar genç göründüğüne şaşırıyorsun.” Şeklinde ifade ederken siz evli iseniz o yaşlarda aynı şeyleri düşünür müydünüz diye kendi kendinize soruyorsunuz. Hayatını biyografik ve tarihsel bir sıralamada yazmış olmadığından siz de nasıl yazdı ise o şekilde okuyarak onu tanımaya çalışıyorsunuz. Bir daha araba kullanmamasına sebep olan yaptığı trafik kazasının öncesi ve sonrasını geçmişe giderek anlatması sizi okurken şaşırtıyor ve bir trafik kazası bu şekilde güzel anlatılır mı diyorsunuz? Tabii çocukluğunu anlatırken, kendinizi birden eşi ve ailesi ile giden bir arabada bulunca, buraya nasıl geldiğinizi anlamıyorsunuz bile. Dedim ya bir sıra yok, aklına gelenleri o güzel kalemi ile sizi sıkmadan anlatıyor. Elli yedi yaşında iken yetmiş dört yaşında ki Fransız aktör Jean-Louis Trintignant ile beraber yapacakları bir programda, Fransız sanatçının, ”Paul, sana söylemek istediğim bir şey var. Elli yedi yaşında iken kendimi yaşlı hissediyordum. Şimdi yetmiş dört yaşındayım, o zamandakinden daha genç hissediyorum.” deyişi karşısında siz de arkanıza yaslanıyor ve kendi hayatınıza dönüp o yaşa geldiğinizde ne yapacağınızı düşünürken bir türlü ifade edemediğiniz duygularınızı Paul’un yardımı ile çözüyorsunuz.”İnsan elli yedi yaşında iken ölümden yetmiş dört yaşında iken korktuğundan daha çok korkar.” Ölüm hakkındaki düşüncelerini, ölmek istememesini ve o yaştaki hissiyatını Jean-Louis ile başlayıp, kalp krizinden pek de istenmeyecek şekilde ölen babası ile bağlaması sizin de hoşunuza gidiyor. Uzun bir şekilde cinselliğini keşfedişini ve deneyimlerini okuyorsunuz. Okurken, Paul’un hayatında cinselliğin çok önemli olduğu zannından ziyade kesin kanaat sahibi oluyorsunuz. Babasının ölüm şekli de siz de bu kanaatin yerleşmesinde yardımcı oluyor. Kendi hayatında aldığı radikal kararların, bünyesinde oluşturduğu rahatsızlıkları ve vücudunun buna verdiği tepkileri okuyunca sizin de midenize kramplar girmesi, kalbinizin sıkışması karşısında aldığınız kararların etkisinin mi sebep olduğunu düşünüyorsunuz. Ve bu konu ile alakalı yazdıklarına siz de katılıyor gibi oluyorsunuz.”Bu kadar köklü değişikliklerden korkuyordun, İşte, o yüzden miden sancılanıp için yarılırcasına perişan etmişti seni. Bu, bütün ömrünce böyle oldu. Ne zaman bir yol ayrımına gelsen bünyen iflas eder, çünkü bünyen her zaman aklının bilemediğini bilmiştir… Bünyen her seferinde aklının kaldıramayacağı ya da karşı koyamayacağı darbeler yemiş, senin korkularının ve içindeki savaşların sarsıntısını yüklenmiştir.” Paul Auster, çok ilginç bir tarz takip ederek hayatını yazdığı kitabında kaldığı tüm evleri sıra ile yazmış. Bu da kitapta oldukça fazla bir yer tutmuş. Toplam yirmi iki ev ve kırk beş sayfa. Kitabın nerde ise dörtte biri kadar bir yer tutuyor. Evlerin tüm özelliklerini ve çevresini o kadar detaylı anlatmış ki siz gözünüzde canlandırdığınız gibi hafızasına da bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Fakat şuna da şaşırmadan yapamıyorsunuz. Kendi hayatını anlattığı bu kitapta kendisinden ziyade çevresine bu kadar önem vermesi ve anlatması size garip geliyor. Mesele ilk evliliğini ve ilk çocuğunu birer paragraf ile geçip ve nerde ise hiç anlatmazken, çocuğunun doğduğu ve eşi ile ayrıldıkları evi detayları ile anlatmış. Hatta evi aldıkları ev sahibeleri biri kör diğeri sağır iki kız kardeşi daha çok anlatmış. Burada yazarın kendi duygularını veya kitap kendisi hakkında olmasına karşın kendisini anlatmamayı, sebebini tam olarak ifade edemeseniz de daha çok istediğini düşünüyorsunuz. En sonunda yirmi ikinci evde mutlu oluyor. Eşi ile beraber kaldığı ve ömrünün sonuna kadar kalmak istediği ev. Sonra annesine geliyor ve nasıl ölü bulunduğunu ve yaşadıklarını anlatıyor. Yalnız size ilginç gelen kuzeninin taziye için aramasını en ince detaylarına kadar anlatmasının yanında kendi hissettiklerini o kadar çok anlatmaması artık alıştığınız bir tarz olarak karşınıza çıkıyor. Ya bir şey hissedemedi ya da ifade edemiyor veya etmek istemiyor diye düşünüyorsunuz. Sonra anne ve babasına dönüyor ve kendi çocukluğuna tekrar giriş yapıyor. Kitap sanki tekrardan baştan alıyor gibi. Uzun uzun annesini anlatıyor. Babasını o kadar anmıyor. Annesini daha çok seviyor ve haklı buluyor. Yalnız okudukça Paul’un annesi ve babası ile çok sıcak ve duygusal bir yakınlaşmasının olmadığını görüyorsunuz. Sanki hep kendisini kucaklayacak bir çift el aramış da bulamamış gibi. Gittiği her yerde yabancılık çekiyor. Hep sığınılacak bir liman aramış gibi. Kitabı okudukça şu kanıya varıyorsunuz ki, bir tek ikinci eşinin yanında rahat ve gerçek sevgiyi bulmuş ve huzura ermiş. Annesinin ikinci eşi ile mutlu bir hayatının olması ve buna Paul’unda babasından ayrılmasına rağmen çok sevinip, mutlu olmasını siz de anlayabiliyorsunuz. Kendisi için istediği, onu çok seven ve sürekli yanında bulunmasını istediği kişiye, annesinin sahip olması, onu da mutlu ediyor. Kitabın sonuna doğru Paul’un endişesini hafiften hissediyorsunuz. Joubert ‘in sözü ile girip kendi sözü ile tamamlıyor.”Joubert, hayatın sonu acıdır ve insan(eğer becerebilirse)sevilebilir biri olarak ölmeli der. Muhtemelen insanın en büyük başarısı hayatın sonunda sevilebilir olabilmektir, o son acı olsa da olmasa da. Ölüm döşeğini sidik ve bok ve salyayla pisletmek. Hepimizin sonu o diyorsun kendi kendine; sorun, insanın çaresiz ve düşkünken ne dereceye kadar insan kalabileceği. Yatağa son kez gireceğin gün geldiğinde neler olacağını şimdiden kestiremiyorsun, ama eğer annenle baban gibi aniden gitmeyecek isen, sevilebilir durumda olmak istiyorsun.” İşte o zaman yakınlarının ölüm anlarını öncesi ve sonrası ile neden bu kadar ayrıntılı anlattığını anlıyorsun. Paul’u yaşı ilerledikçe saran korkuyu sen de hissediyor ve aynı duyguları paylaşıyorsun. Bu kitabı neden yazdığını da kafanda şekillendirebiliyorsun. Her şeyden ümidini kestiği bir zamanda seyrettiği bir müzikalin onu hayata döndürdüğü günün semeresi olan” beyaz boşluklar” adlı eserini bitirdiği gün babasının ölmesi. O hayata dönerken babasının hayata veda etmesi. Son sözü gene ona bırakıyorum. “..altmış dört yaşındasın.Dışarıda hava gri,nerdeyse beyaz,görünürde güneş yok.Kendine soruyorsun;Daha kaç sabah kaldı_Bir kapı kapandı.Bir başka kapı açıldı.Hayatının kışına girdin.” Ölümün kıyısına geldiğini ve hayatın daha ne kadar gün vaad ettiğini bilemeyen Paul Auster’in çocukluğundan başlayarak hayatını, sizi sıkmadan en ince detaylarına kadar hatırlayarak anlattığı bu kitabını okumanız, sizin de kendi hayatınızı sorgulamanıza sebep olacak. Bu bir hesaplaşma kitabı değil. Hayatını kritiğe de tutmamış. İçinden geldiği şekli ile kendine has bir tarz oluşturarak anlatmış. Ölüme yaklaşan sevdikleri ve/veya yakınlarının ölümleri ve ölüm şekillerinden derinden etkilenen Paul’un kimseye yük olmadan ve tiksinti vermeden ölme isteği. Sevilebilir bir şekilde insan olarak ölme. Paul’un tek isteği o. M.Metin Bayram
Zeytinburnu Haber sizler için baskıdan yeni çıkan kitaplardan Haftanın Kitabını seçiyor.
Kitap Adı; Kış Günlüğü
Yazar; Paul Auster
Yayınevi; Can yayınları
“Nede olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur. Bir duyusal veriler katalogu. Soluk almanın fenomenolojisi denilebilecek bir çalışma.”
Başbakan ile girdiği polemik ile ünlenen Paul Auster hayatını anlattığı kitabına bu cümleler ile başlarken sanki örgü örer gibi bir çocukluğuna gidiyor, oradan ihtiyarlığına gidiyor, sonrasında gençlik derken gene onu çocukluğunda buluyorsunuz. Yaşadığı ilişkileri, evliliklerini ve duygularını kısacası tüm hayatını tarihsel bir sıralama dâhilinde anlatmamış. Annesinin ölümünü anlatırken bir bakmışsınız çocukluğuna geçmiş oradan eşini anlatmaya başlamış sonrasında Fransa da yaşadıklarını okurken babasının ani ölümü karşısında sarsılması ve tekrar çocukluğu. Geçişler o kadar güzel ve anlatış o kadar ayrıntılı ki hafızasına ve zekâsına hayran kalıyorsunuz Karşınızda öylesine bir hayat hikâyesi yok. Kitabın inceliği de sizi şaşırtmasın. Tüm olayları en ince teferruatına kadar anlatmış ve çok dolu bir kitap.
Yıllar sonra gerçek sıcaklığı ve yakınlığı bulduğu, kendisini güvenli bir limanda hissettiği ve yalnızlığını unuttuğu Eşine karşı duygularını ise;
“Bu sabah, yatak odasına donuk, grimsi ışık süzdüren bir başka ocak ayı şafağının loşluğunda uyanıyorsunuz; karının yüzü sana dönük, gözleri kapalı, mışıl mışıl uyuyor, yorganı boynuna kadar çekmiş, görünen tek yeri başı ve sen onunla ilk yatışından otuz yıl sonra, aynı çatının altında, aynı yatakta otuz yıl birlikte yaşadıktan sonra karının hala ne kadar güzel olduğuna, ne kadar genç göründüğüne şaşırıyorsun.” Şeklinde ifade ederken siz evli iseniz o yaşlarda aynı şeyleri düşünür müydünüz diye kendi kendinize soruyorsunuz.
Hayatını biyografik ve tarihsel bir sıralamada yazmış olmadığından siz de nasıl yazdı ise o şekilde okuyarak onu tanımaya çalışıyorsunuz. Bir daha araba kullanmamasına sebep olan yaptığı trafik kazasının öncesi ve sonrasını geçmişe giderek anlatması sizi okurken şaşırtıyor ve bir trafik kazası bu şekilde güzel anlatılır mı diyorsunuz? Tabii çocukluğunu anlatırken, kendinizi birden eşi ve ailesi ile giden bir arabada bulunca, buraya nasıl geldiğinizi anlamıyorsunuz bile. Dedim ya bir sıra yok, aklına gelenleri o güzel kalemi ile sizi sıkmadan anlatıyor.
Elli yedi yaşında iken yetmiş dört yaşında ki Fransız aktör Jean-Louis Trintignant ile beraber yapacakları bir programda, Fransız sanatçının, ”Paul, sana söylemek istediğim bir şey var. Elli yedi yaşında iken kendimi yaşlı hissediyordum. Şimdi yetmiş dört yaşındayım, o zamandakinden daha genç hissediyorum.” deyişi karşısında siz de arkanıza yaslanıyor ve kendi hayatınıza dönüp o yaşa geldiğinizde ne yapacağınızı düşünürken bir türlü ifade edemediğiniz duygularınızı Paul’un yardımı ile çözüyorsunuz.”İnsan elli yedi yaşında iken ölümden yetmiş dört yaşında iken korktuğundan daha çok korkar.”
Ölüm hakkındaki düşüncelerini, ölmek istememesini ve o yaştaki hissiyatını Jean-Louis ile başlayıp, kalp krizinden pek de istenmeyecek şekilde ölen babası ile bağlaması sizin de hoşunuza gidiyor.
Uzun bir şekilde cinselliğini keşfedişini ve deneyimlerini okuyorsunuz. Okurken, Paul’un hayatında cinselliğin çok önemli olduğu zannından ziyade kesin kanaat sahibi oluyorsunuz. Babasının ölüm şekli de siz de bu kanaatin yerleşmesinde yardımcı oluyor.
Kendi hayatında aldığı radikal kararların, bünyesinde oluşturduğu rahatsızlıkları ve vücudunun buna verdiği tepkileri okuyunca sizin de midenize kramplar girmesi, kalbinizin sıkışması karşısında aldığınız kararların etkisinin mi sebep olduğunu düşünüyorsunuz. Ve bu konu ile alakalı yazdıklarına siz de katılıyor gibi oluyorsunuz.”Bu kadar köklü değişikliklerden korkuyordun, İşte, o yüzden miden sancılanıp için yarılırcasına perişan etmişti seni. Bu, bütün ömrünce böyle oldu. Ne zaman bir yol ayrımına gelsen bünyen iflas eder, çünkü bünyen her zaman aklının bilemediğini bilmiştir… Bünyen her seferinde aklının kaldıramayacağı ya da karşı koyamayacağı darbeler yemiş, senin korkularının ve içindeki savaşların sarsıntısını yüklenmiştir.”
Paul Auster, çok ilginç bir tarz takip ederek hayatını yazdığı kitabında kaldığı tüm evleri sıra ile yazmış. Bu da kitapta oldukça fazla bir yer tutmuş. Toplam yirmi iki ev ve kırk beş sayfa. Kitabın nerde ise dörtte biri kadar bir yer tutuyor. Evlerin tüm özelliklerini ve çevresini o kadar detaylı anlatmış ki siz gözünüzde canlandırdığınız gibi hafızasına da bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Fakat şuna da şaşırmadan yapamıyorsunuz. Kendi hayatını anlattığı bu kitapta kendisinden ziyade çevresine bu kadar önem vermesi ve anlatması size garip geliyor. Mesele ilk evliliğini ve ilk çocuğunu birer paragraf ile geçip ve nerde ise hiç anlatmazken, çocuğunun doğduğu ve eşi ile ayrıldıkları evi detayları ile anlatmış. Hatta evi aldıkları ev sahibeleri biri kör diğeri sağır iki kız kardeşi daha çok anlatmış. Burada yazarın kendi duygularını veya kitap kendisi hakkında olmasına karşın kendisini anlatmamayı, sebebini tam olarak ifade edemeseniz de daha çok istediğini düşünüyorsunuz.
En sonunda yirmi ikinci evde mutlu oluyor. Eşi ile beraber kaldığı ve ömrünün sonuna kadar kalmak istediği ev. Sonra annesine geliyor ve nasıl ölü bulunduğunu ve yaşadıklarını anlatıyor. Yalnız size ilginç gelen kuzeninin taziye için aramasını en ince detaylarına kadar anlatmasının yanında kendi hissettiklerini o kadar çok anlatmaması artık alıştığınız bir tarz olarak karşınıza çıkıyor. Ya bir şey hissedemedi ya da ifade edemiyor veya etmek istemiyor diye düşünüyorsunuz.
Sonra anne ve babasına dönüyor ve kendi çocukluğuna tekrar giriş yapıyor. Kitap sanki tekrardan baştan alıyor gibi. Uzun uzun annesini anlatıyor. Babasını o kadar anmıyor. Annesini daha çok seviyor ve haklı buluyor. Yalnız okudukça Paul’un annesi ve babası ile çok sıcak ve duygusal bir yakınlaşmasının olmadığını görüyorsunuz. Sanki hep kendisini kucaklayacak bir çift el aramış da bulamamış gibi. Gittiği her yerde yabancılık çekiyor. Hep sığınılacak bir liman aramış gibi. Kitabı okudukça şu kanıya varıyorsunuz ki, bir tek ikinci eşinin yanında rahat ve gerçek sevgiyi bulmuş ve huzura ermiş.
Annesinin ikinci eşi ile mutlu bir hayatının olması ve buna Paul’unda babasından ayrılmasına rağmen çok sevinip, mutlu olmasını siz de anlayabiliyorsunuz. Kendisi için istediği, onu çok seven ve sürekli yanında bulunmasını istediği kişiye, annesinin sahip olması, onu da mutlu ediyor.
Kitabın sonuna doğru Paul’un endişesini hafiften hissediyorsunuz. Joubert ‘in sözü ile girip kendi sözü ile tamamlıyor.”Joubert, hayatın sonu acıdır ve insan(eğer becerebilirse)sevilebilir biri olarak ölmeli der. Muhtemelen insanın en büyük başarısı hayatın sonunda sevilebilir olabilmektir, o son acı olsa da olmasa da. Ölüm döşeğini sidik ve bok ve salyayla pisletmek. Hepimizin sonu o diyorsun kendi kendine; sorun, insanın çaresiz ve düşkünken ne dereceye kadar insan kalabileceği. Yatağa son kez gireceğin gün geldiğinde neler olacağını şimdiden kestiremiyorsun, ama eğer annenle baban gibi aniden gitmeyecek isen, sevilebilir durumda olmak istiyorsun.”
İşte o zaman yakınlarının ölüm anlarını öncesi ve sonrası ile neden bu kadar ayrıntılı anlattığını anlıyorsun. Paul’u yaşı ilerledikçe saran korkuyu sen de hissediyor ve aynı duyguları paylaşıyorsun. Bu kitabı neden yazdığını da kafanda şekillendirebiliyorsun.
Her şeyden ümidini kestiği bir zamanda seyrettiği bir müzikalin onu hayata döndürdüğü günün semeresi olan” beyaz boşluklar” adlı eserini bitirdiği gün babasının ölmesi. O hayata dönerken babasının hayata veda etmesi. Son sözü gene ona bırakıyorum.
“..altmış dört yaşındasın.Dışarıda hava gri,nerdeyse beyaz,görünürde güneş yok.Kendine soruyorsun;Daha kaç sabah kaldı_Bir kapı kapandı.Bir başka kapı açıldı.Hayatının kışına girdin.”
Ölümün kıyısına geldiğini ve hayatın daha ne kadar gün vaad ettiğini bilemeyen Paul Auster’in çocukluğundan başlayarak hayatını, sizi sıkmadan en ince detaylarına kadar hatırlayarak anlattığı bu kitabını okumanız, sizin de kendi hayatınızı sorgulamanıza sebep olacak. Bu bir hesaplaşma kitabı değil. Hayatını kritiğe de tutmamış. İçinden geldiği şekli ile kendine has bir tarz oluşturarak anlatmış. Ölüme yaklaşan sevdikleri ve/veya yakınlarının ölümleri ve ölüm şekillerinden derinden etkilenen Paul’un kimseye yük olmadan ve tiksinti vermeden ölme isteği. Sevilebilir bir şekilde insan olarak ölme. Paul’un tek isteği o.

M.Metin Bayram
Yazar; Paul Auster
Yayınevi; Can yayınları
“Nede olsa zaman azalıyor. Belki de şimdilik hikâyelerini bir yana bırakıp hayatının anımsadığın ilk gününden bugüne kadar bu bedenin içinde yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu incelemeye çalışsan iyi olur. Bir duyusal veriler katalogu. Soluk almanın fenomenolojisi denilebilecek bir çalışma.”
Başbakan ile girdiği polemik ile ünlenen Paul Auster hayatını anlattığı kitabına bu cümleler ile başlarken sanki örgü örer gibi bir çocukluğuna gidiyor, oradan ihtiyarlığına gidiyor, sonrasında gençlik derken gene onu çocukluğunda buluyorsunuz. Yaşadığı ilişkileri, evliliklerini ve duygularını kısacası tüm hayatını tarihsel bir sıralama dâhilinde anlatmamış. Annesinin ölümünü anlatırken bir bakmışsınız çocukluğuna geçmiş oradan eşini anlatmaya başlamış sonrasında Fransa da yaşadıklarını okurken babasının ani ölümü karşısında sarsılması ve tekrar çocukluğu. Geçişler o kadar güzel ve anlatış o kadar ayrıntılı ki hafızasına ve zekâsına hayran kalıyorsunuz Karşınızda öylesine bir hayat hikâyesi yok. Kitabın inceliği de sizi şaşırtmasın. Tüm olayları en ince teferruatına kadar anlatmış ve çok dolu bir kitap.
Yıllar sonra gerçek sıcaklığı ve yakınlığı bulduğu, kendisini güvenli bir limanda hissettiği ve yalnızlığını unuttuğu Eşine karşı duygularını ise;
“Bu sabah, yatak odasına donuk, grimsi ışık süzdüren bir başka ocak ayı şafağının loşluğunda uyanıyorsunuz; karının yüzü sana dönük, gözleri kapalı, mışıl mışıl uyuyor, yorganı boynuna kadar çekmiş, görünen tek yeri başı ve sen onunla ilk yatışından otuz yıl sonra, aynı çatının altında, aynı yatakta otuz yıl birlikte yaşadıktan sonra karının hala ne kadar güzel olduğuna, ne kadar genç göründüğüne şaşırıyorsun.” Şeklinde ifade ederken siz evli iseniz o yaşlarda aynı şeyleri düşünür müydünüz diye kendi kendinize soruyorsunuz.
Hayatını biyografik ve tarihsel bir sıralamada yazmış olmadığından siz de nasıl yazdı ise o şekilde okuyarak onu tanımaya çalışıyorsunuz. Bir daha araba kullanmamasına sebep olan yaptığı trafik kazasının öncesi ve sonrasını geçmişe giderek anlatması sizi okurken şaşırtıyor ve bir trafik kazası bu şekilde güzel anlatılır mı diyorsunuz? Tabii çocukluğunu anlatırken, kendinizi birden eşi ve ailesi ile giden bir arabada bulunca, buraya nasıl geldiğinizi anlamıyorsunuz bile. Dedim ya bir sıra yok, aklına gelenleri o güzel kalemi ile sizi sıkmadan anlatıyor.
Elli yedi yaşında iken yetmiş dört yaşında ki Fransız aktör Jean-Louis Trintignant ile beraber yapacakları bir programda, Fransız sanatçının, ”Paul, sana söylemek istediğim bir şey var. Elli yedi yaşında iken kendimi yaşlı hissediyordum. Şimdi yetmiş dört yaşındayım, o zamandakinden daha genç hissediyorum.” deyişi karşısında siz de arkanıza yaslanıyor ve kendi hayatınıza dönüp o yaşa geldiğinizde ne yapacağınızı düşünürken bir türlü ifade edemediğiniz duygularınızı Paul’un yardımı ile çözüyorsunuz.”İnsan elli yedi yaşında iken ölümden yetmiş dört yaşında iken korktuğundan daha çok korkar.”
Ölüm hakkındaki düşüncelerini, ölmek istememesini ve o yaştaki hissiyatını Jean-Louis ile başlayıp, kalp krizinden pek de istenmeyecek şekilde ölen babası ile bağlaması sizin de hoşunuza gidiyor.
Uzun bir şekilde cinselliğini keşfedişini ve deneyimlerini okuyorsunuz. Okurken, Paul’un hayatında cinselliğin çok önemli olduğu zannından ziyade kesin kanaat sahibi oluyorsunuz. Babasının ölüm şekli de siz de bu kanaatin yerleşmesinde yardımcı oluyor.
Kendi hayatında aldığı radikal kararların, bünyesinde oluşturduğu rahatsızlıkları ve vücudunun buna verdiği tepkileri okuyunca sizin de midenize kramplar girmesi, kalbinizin sıkışması karşısında aldığınız kararların etkisinin mi sebep olduğunu düşünüyorsunuz. Ve bu konu ile alakalı yazdıklarına siz de katılıyor gibi oluyorsunuz.”Bu kadar köklü değişikliklerden korkuyordun, İşte, o yüzden miden sancılanıp için yarılırcasına perişan etmişti seni. Bu, bütün ömrünce böyle oldu. Ne zaman bir yol ayrımına gelsen bünyen iflas eder, çünkü bünyen her zaman aklının bilemediğini bilmiştir… Bünyen her seferinde aklının kaldıramayacağı ya da karşı koyamayacağı darbeler yemiş, senin korkularının ve içindeki savaşların sarsıntısını yüklenmiştir.”
Paul Auster, çok ilginç bir tarz takip ederek hayatını yazdığı kitabında kaldığı tüm evleri sıra ile yazmış. Bu da kitapta oldukça fazla bir yer tutmuş. Toplam yirmi iki ev ve kırk beş sayfa. Kitabın nerde ise dörtte biri kadar bir yer tutuyor. Evlerin tüm özelliklerini ve çevresini o kadar detaylı anlatmış ki siz gözünüzde canlandırdığınız gibi hafızasına da bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Fakat şuna da şaşırmadan yapamıyorsunuz. Kendi hayatını anlattığı bu kitapta kendisinden ziyade çevresine bu kadar önem vermesi ve anlatması size garip geliyor. Mesele ilk evliliğini ve ilk çocuğunu birer paragraf ile geçip ve nerde ise hiç anlatmazken, çocuğunun doğduğu ve eşi ile ayrıldıkları evi detayları ile anlatmış. Hatta evi aldıkları ev sahibeleri biri kör diğeri sağır iki kız kardeşi daha çok anlatmış. Burada yazarın kendi duygularını veya kitap kendisi hakkında olmasına karşın kendisini anlatmamayı, sebebini tam olarak ifade edemeseniz de daha çok istediğini düşünüyorsunuz.
En sonunda yirmi ikinci evde mutlu oluyor. Eşi ile beraber kaldığı ve ömrünün sonuna kadar kalmak istediği ev. Sonra annesine geliyor ve nasıl ölü bulunduğunu ve yaşadıklarını anlatıyor. Yalnız size ilginç gelen kuzeninin taziye için aramasını en ince detaylarına kadar anlatmasının yanında kendi hissettiklerini o kadar çok anlatmaması artık alıştığınız bir tarz olarak karşınıza çıkıyor. Ya bir şey hissedemedi ya da ifade edemiyor veya etmek istemiyor diye düşünüyorsunuz.
Sonra anne ve babasına dönüyor ve kendi çocukluğuna tekrar giriş yapıyor. Kitap sanki tekrardan baştan alıyor gibi. Uzun uzun annesini anlatıyor. Babasını o kadar anmıyor. Annesini daha çok seviyor ve haklı buluyor. Yalnız okudukça Paul’un annesi ve babası ile çok sıcak ve duygusal bir yakınlaşmasının olmadığını görüyorsunuz. Sanki hep kendisini kucaklayacak bir çift el aramış da bulamamış gibi. Gittiği her yerde yabancılık çekiyor. Hep sığınılacak bir liman aramış gibi. Kitabı okudukça şu kanıya varıyorsunuz ki, bir tek ikinci eşinin yanında rahat ve gerçek sevgiyi bulmuş ve huzura ermiş.
Annesinin ikinci eşi ile mutlu bir hayatının olması ve buna Paul’unda babasından ayrılmasına rağmen çok sevinip, mutlu olmasını siz de anlayabiliyorsunuz. Kendisi için istediği, onu çok seven ve sürekli yanında bulunmasını istediği kişiye, annesinin sahip olması, onu da mutlu ediyor.
Kitabın sonuna doğru Paul’un endişesini hafiften hissediyorsunuz. Joubert ‘in sözü ile girip kendi sözü ile tamamlıyor.”Joubert, hayatın sonu acıdır ve insan(eğer becerebilirse)sevilebilir biri olarak ölmeli der. Muhtemelen insanın en büyük başarısı hayatın sonunda sevilebilir olabilmektir, o son acı olsa da olmasa da. Ölüm döşeğini sidik ve bok ve salyayla pisletmek. Hepimizin sonu o diyorsun kendi kendine; sorun, insanın çaresiz ve düşkünken ne dereceye kadar insan kalabileceği. Yatağa son kez gireceğin gün geldiğinde neler olacağını şimdiden kestiremiyorsun, ama eğer annenle baban gibi aniden gitmeyecek isen, sevilebilir durumda olmak istiyorsun.”
İşte o zaman yakınlarının ölüm anlarını öncesi ve sonrası ile neden bu kadar ayrıntılı anlattığını anlıyorsun. Paul’u yaşı ilerledikçe saran korkuyu sen de hissediyor ve aynı duyguları paylaşıyorsun. Bu kitabı neden yazdığını da kafanda şekillendirebiliyorsun.
Her şeyden ümidini kestiği bir zamanda seyrettiği bir müzikalin onu hayata döndürdüğü günün semeresi olan” beyaz boşluklar” adlı eserini bitirdiği gün babasının ölmesi. O hayata dönerken babasının hayata veda etmesi. Son sözü gene ona bırakıyorum.
“..altmış dört yaşındasın.Dışarıda hava gri,nerdeyse beyaz,görünürde güneş yok.Kendine soruyorsun;Daha kaç sabah kaldı_Bir kapı kapandı.Bir başka kapı açıldı.Hayatının kışına girdin.”
Ölümün kıyısına geldiğini ve hayatın daha ne kadar gün vaad ettiğini bilemeyen Paul Auster’in çocukluğundan başlayarak hayatını, sizi sıkmadan en ince detaylarına kadar hatırlayarak anlattığı bu kitabını okumanız, sizin de kendi hayatınızı sorgulamanıza sebep olacak. Bu bir hesaplaşma kitabı değil. Hayatını kritiğe de tutmamış. İçinden geldiği şekli ile kendine has bir tarz oluşturarak anlatmış. Ölüme yaklaşan sevdikleri ve/veya yakınlarının ölümleri ve ölüm şekillerinden derinden etkilenen Paul’un kimseye yük olmadan ve tiksinti vermeden ölme isteği. Sevilebilir bir şekilde insan olarak ölme. Paul’un tek isteği o.

M.Metin Bayram
Habere ifade bırak !
Bu habere hiç ifade kullanılmamış ilk ifadeyi siz kullanın.
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları
(0)
Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.